Kategoriler
Yazılarımız

Suç İşleme Sebebiyle Boşanma Davası

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 163. maddesinde iki ayrı boşanma sebebi düzenlenmektedir. Bunlardan biri olan suç işleme sebebiyle boşanma davası, bu yazımızda ayrıntılı olarak incelenecektir.

Suç işleme, Türk Medeni kanununda düzenlenen özel boşanma sebeplerinden biridir. Bu aynı zamanda nispi bir boşanma nedenidir. Türk Medeni Kanunu’nun 163. maddesine göre eşlerden biri, bir suç işler veya haysiyetsiz bir hayat sürer ve bu sebepten ötürü onunla birlikte yaşaması diğer eşten beklenemez ise bu eş her zaman boşanma davası açabilir.

Kanun maddesinden de anlaşılacağı üzere boşanma davasına sebep olabilmesi açısından her suç değil sadece “küçük düşürücü” suç boşanma sebebi oluşturabilir. Madde gerekçesinde küçük düşürücü suçun hem yüz kızartıcı, hem de bu nitelikte olmayan diğer cürümleri de kapsadığı belirtilmiştir. Bir suçun küçük düşürücü suç olup olmadığı verilen cezaya göre değil toplumdaki anlayışa göre hakim tarafından takdir edilecektir. Genellikle dolandırıcılık, hırsızlık, ırza geçme küçük düşürücü suçlar arasında sayılmaktadır. Suçu işleyen eşin bu suçtan ötürü Ceza Mahkemesi tarafından mahkum olup olmamasının Aile Mahkemesi açısından bir önemi yoktur. Bununla birlikte bilindiği üzere Türk borçlar kanununun 53 maddesine göre ceza mahkemesinin mahkumiyet kararı ile, maddi olayı tespit eden Beraat kararı Aile Mahkemesi hakimini bağlamaktadır. Bu durumda Aile Mahkemesi hakiminin, açılmış bir ceza davası varsa bu ceza davasının sonucunu beklemesi gerekmektedir

Kanunun bu maddesine dayalı olarak boşanma davası açılabilmesi için suç işleyen kişinin akıl hastası veya ayırt etme gücünden yoksun olmaması gerekmektedir. Zira akıl hastası veya ayırt etme gücünden yoksun eşe karşı küçük düşürücü suç nedeniyle boşanma davasının açılması mümkün değildir.

Küçük düşürücü suçun evlendikten sonra işlenmiş olması gerekmektedir. Evlenmeden önce işlenen küçük düşürücü suçlar, boşanma davasında temel edilemez. Eş şartları oluşmuşsa evlenmeden önce gerçekleşen küçük düşürücü suçlarla ilgili, varsa hata ya da hileye göre evlenmenin iptaline ya da evlilik birliğinin sarsılmasına dayanarak boşanma davası açabilir.

Kanun maddesini incelediğimizde bu davanın suç işleyen eşe karşı her zaman açılabileceğinin düzenlendiğini görmekteyiz. Fakat öğretide eşinin küçük düşürücü bir suç işlediğini bilmesine rağmen uzun yıllar dava açmadıktan sonra dava açılmasını hakkın kötüye kullanılması sayan görüş hakimdir. Buna karşın Yargıtay kararlarını incelediğimizde; Yargıtay’ın bu sebebe dayalı olarak boşanma davasının çok geç açılmasının hakkın kötüye kullanılması olmadığı görüşünde olduğunu görmekteyiz. Bu bağlamda belirtebiliriz ki suç işleme sebebiyle boşanma davası her zaman açılabilir.

Suç işleme sebebiyle boşanma davası açılabilmesi için çekilmezlik koşulunun oluşması gerekmektedir. Türk Medeni Kanunu eşlerden birinin küçük düşürücü bir suç işlemesi halinde onunla birlikte yaşamanın diğer eşten beklememesi koşulunu getirmekle, bu maddeyi mutlak boşanma nedeni olmaktan çıkarmıştır. O halde mahkemelerin çekilmezlik ile ilgili delilleri toplaması ve bu konuda olayı değerlendirerek sonucuna göre karar vermesi gerekmektedir. Mahkemenin hayatın çekilmez hale gelip gelmediğini araştırmaksızın vermiş olduğu karar hüküm kurmaya elverişli olmayacaktır.

Avukat Gönül AKYASAN BİRSEN

10.04.2018

YASAL UYARI

Kategoriler
Yazılarımız

Haysiyetsiz Hayat Sürme Sebebiyle Boşanma Davası

Haysiyetsiz hayat sürme sebebiyle boşanma davası Türk Medeni Kanunu’nun 163. maddesinde düzenlenmiştir. Bu boşanma sebebi özel bir boşanma sebebi olmakla aynı zamanda nispi bir boşanma sebebidir. Haysiyetsiz hayat sürme toplumdaki anlayışa göre şeref, namus ve haysiyet kavramları ile bağdaşmayacak şekilde yaşamak anlamına gelmektedir. Tanımdan da anlaşılacağı üzere haysiyetsiz hayat sürme takdiridir. Toplumlardan toplumlara değişiklik gösterebilen bir kavramdır. Ayyaşlık, kumarbazlık, homoseksüellik, uyuşturucu bağımlılığı haysiyetsiz hayat sürmeye örnek olarak gösterilebilir.

Haysiyetsiz hayat sürmeye dayalı olarak boşanma davası açılabilmesi için haysiyetsiz hayat sürme teşkil edecek eylemiş süreklilik arz etmesi gerekmektedir. Bir defalık haysiyetsiz bir davranış, boşanma sebebi olarak yeterli olmayacaktır. Bu bağlamda belirtmek gerekir ki haysiyetsiz hayatın iki unsuru vardır. Birincisi, Şeref ve namustan uzak davranış, İkincisi ise bu davranışın süreklilik arz etmesidir .

Akıl hastası veya ayırt etme gücünden yoksun eşe karşı kanunun bu maddesine dayalı olarak boşanma davası açılması mümkün değildir. Zira kusur unsuru gerçekleşmemiş olacaktır. İradesi dışında haysiyetsiz hayat süren kişi eğer akıl hastası ise bu durumda haysiyetsiz hayat sürmeye dayalı olarak boşanma davası değil akıl hastalığı sebebiyle boşanma davasının açılması gerekmektedir.

Eşine haysiyetsiz hayat sürdüğü gerekçesiyle boşanma davası açacak olan eşin, iddiasını ispat yükümlülüğü bulunmaktadır. Genel kurala göre bunu iddia eden davacı iddiasını kanıtlayacaktır.

Türk Medeni Kanunu’nun 163 maddesinde düzenlenen haysiyetsiz hayat sürme sebebiyle boşanma davası açılabilmesi için birlikte yaşamanın diğer eşten beklemeyecek olması koşulunun gerçekleşmesi gerekmektedir. Çekilmezlik koşulu gerçekleşmemiş ise haysiyetsiz hayat sürme sebebiyle boşanma davası açılamaz. Bu bağlamda haysiyetsiz hayat sürmenin nispi bir boşanma sebebi olduğu ortadadır.

Çekilmezlik koşulunun gerçek gerçekleşip gerçekleşmediğini hakim takdir edecektir. Kanun maddesinden de anlaşılacağı üzere kendisi de haysiyetsiz yaşam süren eş, diğer eşin haysiyetsiz yaşam sürmesi nedeniyle bu davayı açamayacaktır.

Haysiyetsiz hayat sürme sebebine dayalı bulunan boşanma davalarında hak düşümü veya zamanaşımı süresi yoktur. Eşlerden biri çekilmezlik koşulunun gerçekleşmesi halinde bu sebebe dayalı olarak istediği zaman boşanma davası açabilecektir. Burada tek şart haysiyetsiz hayat sürmenin devamlılığıdır. Eğer haysiyetsiz hayat sürme sona ermiş ise yıllar sonra eşin bu nedene dayalı olarak boşanma davası açması mümkün olmayacaktır.

Yargıtay’a göre ise haysiyetsiz hayat sebebiyle açılacak boşanma davasında süre söz konusu olmadığından dava her zaman açılabilir. Bu noktada belirtmek gerekir ki açılacak dava şeklen açılmış bir dava olacaktır. Zira eğer haysiyetsiz hayat sürme sona ermiş ve aradan geçen uzun süre sonucunda eşler arasındaki evlilik birliğinin çekilmez hal aldığı ileri sürülemeyecek ise açılacak olan bu davanın reddi gerekecektir.

Son olarak belirtmek gerekir ki haysiyetsiz hayat sürme sebebiyle mahkemenin boşanma kararı vermesi halinde haysiyetsiz hayat süren kişiye ortak çocuğun velayetinin verilmesi mümkün değildir.

Avukat Gönül AKYASAN BİRSEN

10.04.2018

Yasal Uyarı

Kategoriler
Yazılarımız

Terk Sebebiyle Boşanma Davası

Terk sebebiyle boşanma, Türk Medeni Kanunu’nun 164. maddesinde düzenlenmiştir. Terk, Türk Medeni Kanununa göre mutlak ve özel bir boşanma sebebidir. Bu yazımızda inceleyeceğimiz terke ilişkin TMK’nın 164. Maddesi şu şekildedir.

Madde 164- Eşlerden biri, evlilik birliğinden doğan yükümlülüklerini yerine getirmemek maksadıyla diğerini terk ettiği veya haklı bir sebep olmadan ortak konuta dönmediği takdirde ayrılık, en az altı ay sürmüş ve bu durum devam etmekte ve istem üzerine hâkim veya noter tarafından yapılan ihtar sonuçsuz kalmış ise; terk edilen eş, boşanma davası açabilir. Diğerini ortak konutu terk etmeye zorlayan veya haklı bir sebep olmaksızın ortak konuta dönmesini engelleyen eş de terk etmiş sayılır.

Davaya hakkı olan eşin istemi üzerine hâkim veya noter, esası incelemeden yapacağı ihtarda terk eden eşe iki ay içinde ortak konuta dönmesi gerektiği ve dönmemesi hâlinde doğacak sonuçlar hakkında uyarıda bulunur. Bu ihtar gerektiğinde ilân yoluyla yapılır. Ancak, boşanma davası açmak için belirli sürenin dördüncü ayı bitmedikçe ihtar isteminde bulunulamaz ve ihtardan sonra iki ay geçmedikçe dava açılamaz.

Terk sebebiyle boşanmanın gerçekleşebilmesi için;

  • Eşlerden birinin ortak yaşamdan ayrılması,
  • Ortak yaşama son vermek kastı,
  • Ayrılığın hukuka aykırı olması ve
  • İhtar koşulunun gerçekleşmesi gerekmektedir.

Eşlerden birinin ortak yaşamı terk ettiğini söyleyebilmek için eşin iradi olarak ve hukuka aykırı bir şekilde ortak yaşamdan ayrılması gerekmektedir.

Kanun maddesinden de anlaşılacağı üzere terke dayalı boşanma davası, terk edilen eş tarafından açabilecektir. Ortak konutu terk etmeye zorlayan, haklı bir sebep olmaksızın ortak konuta eşin dönmesini engelleyen eş de terk etmiş sayılır. Bu bağlamda ortak konutu terk etmeye zorlayan veya haklı bir sebep olmaksızın eşin ortak konuta dönmesini engelleyen tarafın açmış olduğu terk sebebiyle boşanma davasının reddedilmesi gerekir.

Taraflar Türk Medeni Kanunu’nun 186. madde hükmüne göre oturacakları konutu birlikte seçmeleri gerekmesine rağmen ortak konut tesis edilmemişse terkin olduğu kabul edilmelidir.

Yine terk sebebiyle boşanma kararı verilebilmesi için ortak yaşama son vermek kastının belirlenmiş olması gerekmektedir. Yargıtay içtihatlarında yerini bulduğu üzere memuriyetin gereği nedeniyle ayrı yaşamak, seyahat sebebiyle ayrı yaşamak terk sayılmaz.

Türk Medeni Kanunu’na göre eşlerden biri ayrı yaşama hakkına sahip ise bu durumda terk unsuru gerçekleşmemiş sayılır. Örneğin hasta çocuğuna refakatçi kalmak gibi durumlarda eşin ayrı yaşama hakkı vardır. Yine Aile Mahkemesi hakimi tarafından alınan tedbir ile eşlerden biri ortak konuttan ayrılmış ise eşin eylemi terk sayılmaz. Bu bağlamda terke dayalı boşanma davası açılmamalıdır.

Türk Medeni Kanunu’nun 197. maddesine göre eşlerden biri ortak hayat sebebiyle; kişiliği, ekonomik güvenliği, ailenin huzuru ciddi biçimde tehlikeye düştüğü sürece ayrı yaşama hakkına sahiptir. Bu bağlamda ayrı yaşama haklı bir sebebe dayanıyorsa Aile Mahkemesi hakimi eşlerden birinin istemi üzerine gerekli önlemleri alır.

Yargıtay uygulamasına baktığımız zaman “Boşanma davası derdest olduğu sürece” davet edilen eşin ayrı yaşama hakkına sahip olduğunu Yargıtay kabul etmiştir. Örneğin bir kararında şöyle karar vermiştir. “…Dava terk hukuki sebebine dayalı olarak açılmıştır. Koca tarafından 6.8.2003 tarihinde ihtar kaleme alınmış bu ihtar 10.09.2003’te davalıya tebliğ edilmiştir. Toplanan delillerden kadının ihtar istek tarihinden 4 ay 3 gün önce 03.04.2003’te evlilik birliğinin temelinden sarsıldığını ileri sürerek boşanma davası açtığı ve bu davanın 12.06 2003’te retle sonuçlandığı anlaşılmaktadır. Bu dava derdest olduğu sürece davet edilen eş, eşinden ayrı yaşama hakkına sahiptir.”Yargıtay’ın bu kararından da anlaşılacağı üzere boşanma davası açılmış ise ve bu dava derdest ise eş ayrı yaşama hakkına sahip olmakla, bu eşe karşı terke dayalı boşanma davası açılamaz.

Yargıtay uygulamasına baktığımız zaman Yargıtay’ın sadece boşanma ve ayrılık davalarının varlığı halinde değil başka davaların varlığı halinde de “ihtar göndermeye engel olduğunu” kabul ettiğini görmekteyiz. Örneğin Yargıtay, kadın tarafından kocasına karşı tedbir nafakası davası açılmışsa ya da maddi veya manevi tazminat davası açılmışsa böyle bir durumda ihtarın gönderilemeyeceği kanaatindedir.

Terk nedenine dayalı boşanma davası açılmadan önce araştırılacak bir diğer husus terk eden eşin akıl hastası olup olmadığı ya da temyiz kudretinin yerinde olup olmadığıdır. Zira akıl hastası olan veya temyiz kudreti yerinde olmayan eşe karşı terk sebebiyle boşanma davası açılması mümkün değildir. Zira bu durumda akıl hastası olan eşin kusuru bulunmamaktadır. Aynı şekilde çağrıya akıl hastası olması sebebiyle uyulmaması halinde davanın reddedilmesi gerekmektedir.

Terk sebebiyle açılacak olan boşanma davasına dayanak olan ihtarda bulunması gereken bazı unsurları şu şekilde sıralayabiliriz. Öncelikle ihtarda dönülecek evin açık adresinin belirtilmesi, 2 aylık dönüş süresi içinde istenilen zamanda eve dönülebileceği, birlikte eşin eve dönebilmesi için gerekli olan yol gideri terk eden eşe gönderilmelidir.

Kanun maddesinden anlaşılacağı üzere ihtarın eşe tebliğ edildiği tarihten itibaren 2 aylık süre geçmeden boşanma davasının açılması mümkün değildir.

Yargıtay uygulamasına göre davacının davalıyı anne ya da babasıyla birlikte oturduğu eve davet etmesi durumunda davet edilen eş, bu İhtiyara uymamakta haklıdır. Yargıtay bir kararında “…davet edilen evde davacı kocanın annesi de sürekli olarak oturmaktadır. Şu halde bu konut manevi yönden bağımsız kabul edilemez. Davalı kadın eve dönmemek de haklıdır. Davanın reddi gerekirken kabulü ile boşanmaya karar verilmesi isabetsizdir.” demiştir.

İhtar yapan eşin gönderdiği ihtarda samimi olması gerekmektedir. Yargıtay kararlarına baktığımız zaman “…eğer ihtara rağmen eşi eve almama durumu var ise ihtar samimi değildir” veya “…ihtar gönderen eş, terk eden eşe şiddet uyguluyorsa ihtar samimi değildir.” ve “…İhtar gönderen eşin bir başkası ile ilişkisi var ise bu durumda da ihtarın samimi olmadığı anlaşılmaktadır.” şeklinde kararlarının olduğunu görüyoruz.

Yargıtay 2 Hukuk Dairesinin 21.04.2005 tarihli E.4344 ve 6468 sayılı kararında “…terk nedeniyle boşanmaya karar verilebilmesi için ihtarın samimi ve dürüst bir arzunun ürünü olması gerekir. Toplanan delillerden verilen süre içinde davalı kadının davet üzerine eve gittiği ancak davacının onu istemediğini ve alın götürün dediği sabittir. İhtarın samimi olmadığı kanıtlanmıştır. Davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde kabulü bozmayı gerektirmiştir.”şeklinde kararı mevcuttur.

Davete uymamanın haklı sebeplere dayanması şart olup bunu da ispat yükü davalıya aittir. Terk sebebiyle boşanma davasının reddedilebilmesi için usule uygun ihtara rağmen ortak konuta dönmemedeki haklılığın sabit olması gerekir. Ortak yaşamdan ayrılma dördüncü ayı doldurduktan sonra ihtar isteminde bulunulmuş ve diğer koşullar da gerçekleşmişse terk sebebiyle boşanma davası kabul edilmelidir.

Son olarak belirtmek gerekir ki terk sebebiyle boşanma davasında ıslah yapılmamışsa başka bir sebeple boşanma kararı verilemez. Örneğin Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 10.03.2005 tarihli 2434/3702 kararında “davacı terk hukuki nedenine göre açtığı davayı 04.12.2003 tarihli dilekçesi ile ıslah etmiş ve davasını şiddetli geçimsizlik sebebine dayandırdığı bildirmiştir. Davacı iş bu davayı açmadan önce 21.07.2003 tarihinde davalıya ihtar göndermek suretiyle ihtar tarihinden önceki olayları affetmiştir. İhtar tarihinden sonra da boşanmayı gerektiren ve davalıdan kaynaklanan yeni bir olayın varlığı kanıtlanmış değildir. Gerçekleşen bu durum karşısında davanın reddi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi doğru olmamıştır.” Şeklinde kararı mevcuttur.

Avukat Gönül AKYASAN BİRSEN

10.04.2018

YASAL UYARI

Kategoriler
Yazılarımız

Mesafeli Sözleşmeler Yönetmeliği Kapsamında Cayma Hakkının Kullanımı

Mesafeli sözleşmeler yönetmeliği, 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 48 ve 84 maddelerine dayanılarak hazırlanmıştır. Bu yönetmeliğin Cayma Hakkının Kullanımı ve Tarafların Yükümlülükleri başlıklı Üçüncü Bölümünde (9-16. maddelerde)

•cayma hakkı,
•tüketicinin eksik bilgilendirilmesi,
•cayma hakkının kullanımı,
•satıcı ve sağlayıcının yükümlülükleri,
•tüketicinin yükümlülükleri,
•cayma hakkının kullanımının yan sözleşmelere etkisi,
•cayma hakkının istisnaları düzenlenmiştir. –

Bu yazımızda yönetmelik kapsamında tüketicinin cayma hakkını nasıl kullanacağı üzerinde durulacaktır.

Cayma hakkı nasıl kullanılır?

Bilindiği üzere tüketici, hizmet ifasına ilişkin sözleşmelerde sözleşmenin kurulduğu günden, mal teslimine ilişkin sözleşmelerde ise tüketicinin veya tüketici tarafindan belirlenen üçüncü kişinin malı teslim aldığı günden itibaren 14 gün içinde herhangi bir gerekçe göstermeksizin ve cezai şart ödemeksizin sözleşmeden cayma hakkına sahiptir. Bu bağlamda yapmış olduğu sözleşmeden caymak isteyen tüketici, cayma hakkının kullanıldığına dair bildirimi, cayma hakkı süresi dolmadan yazılı olarak veya kalıcı veri saklayıcısı ile satıcı ve sağlayıcıya yönetmesi gerekmektedir. Mesafeli satışlar yönetmeliğinin ekinde cayma hakkı formu bulunmaktadır.

Tüketici cayma hakkını kullanırken yönetmelik ekinde yer alan formu kullanabileceği gibi cayma kararını bildiren açık bir beyanda da bulunabilir. Formu ya da açık beyanı bulunan cayma hakkını kullandığına dair beyan dilekçesini posta, kargo veya noter yoluyla satıcı ve sağlayıcıya iletebilir.

Bunun dışında satıcı veya sağlayıcı tüketicinin, bu formu doldurabilmesi veya cayma beyanını gönderilmesi için internet sitesi üzerinden seçenekte sunabilir. İnternet sitesi üzerinden tüketicilere cayma hakkı sunulması durumunda satıcı ve sağlayıcı, tüketicilerin iletmiş olduğu cayma taleplerinin kendilerine ulaştığına ilişkin teyit bilgisini tüketiciye derhal iletmek zorundadır. Yönetmelik tarafından satıcı ve sağlayıcıya böyle bir yükümlülük verilmesinin sebebi, tüketicinin internet sitesi üzerinden cayma hakkını kullandığını ispat ederken sorun yaşamamasını istemesinden kaynaklanmaktadır. Satıcı ve sağlayıcının teyide ilişkin göndermiş olduğu teyit bilgisi, cayma hakkının kullanıldığına dair bir delil olacaktır. Zira cayma hakkının kullanımına ilişkin ispat yükümlülüğü tüketiciye aittir.

Yönetmelik ekinde sunulan formu veya cayma kararını bildiren açık beyanını posta yoluyla ya da noter yoluyla satıcı ve sağlayıcıya gönderdiğini ispat edebilecek olan tüketici, satıcı ve sağlayıcının internet sitesi üzerinden yaptığı cayma başvurusunu da satıcı ve sağlayıcının ilettiği teyit bilgisi ile ispat edebilecektir.

Sesli iletişim yolu ile yapılan satışlarda cayma hakkının kullanımı

Sesli iletişim yolu ile yapılan satışlarda satıcı ve sağlayıcı yönetmelik ekinde yer alan formu en geç mal teslimine veya hizmet ifasına kadar tüketiciye göndermek zorundadır. Tüketici bu tür satışlarda cayma hakkını kullanmak için bu formu kullanabileceği gibi cayma hakkını bildiren açık beyanı ile de bu hakkı kullandığını satıcı ve sağlayıcıya bildirebilir. Aynı şekilde satıcı ve sağlayıcı tarafından internet sitesi üzerinden tüketicilere cayma hakkı sunmuş ise tüketici cayma hakkını bu site üzerinden de kullanabilir. Yine bu durumda satıcı ve sağlayıcı, tüketicinin iletmiş olduğu cayma taleplerinin kendisine ulaştığına ilişkin teyit bilgisini tüketiciye derhal iletmek zorundadır.

Son olarak ve tekraren belirtelim ki, cayma hakkının kullanımına ilişkin ispat yükümlülüğü tüketiciye aittir. Bu bağlamda hak kaybına uğramamak için tüketici, yönetmelikte belirtilen süre olan 14 gün içinde yine yukarıda belirtilen şekillerde cayma hakkını kullanmalı ve cayma hakkını kullandığını ispatlayabilecek durumda olmalıdır.

Avukat Gönül AKYASAN BİRSEN

16.04.2018

YASAL UYARI

Kategoriler
Yazılarımız

Ticari Elektronik İletişim Ve Reklam Amaçlı Gönderilen E-posta, Sms Ve Benzerleri

Bilgi ve iletişim teknolojilerinin hızlı gelişimi beraberinde bir takım istenmeyen problemleri de getirmiştir. Bu problemlerin başında sürekli olarak cep telefonlarımıza gelen reklam mesajları, e-postalarımıza gelen reklam e-mailleri yer almaktadır. Ülkemiz maalesef istenmeyen elektronik postaların yayıldığı ülkelerdendir. Bu bağlamda ticari elektronik iletilerin gönderilmesi konusunda bazı yasal düzenlemeler yapılarak bu problem çözülmeye çalışılmıştır. Bu yazımızda ticari elektronik iletişimin düzenlenmesine ilişkin yasal düzenleme, yaptırımlar ve ülkemizdeki sistem hakkında bilgi verilecektir.

Ticari elektronik iletişim 6563 sayılı Elektronik Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanununda düzenlenmiştir. 5 Kasım 2014 tarihinde yürürlüğe giren kanunun 2. Maddesine göre ticari iletişim, “Alan adları ve elektronik posta adresi dışında mesleki veya ticari faaliyet kapsamında kazanç sağlamaya yönelik olarak, elektronik ticarete ilişkin her türlü iletişim” olarak tanımlanmıştır. Kanunun 2. Maddesinde ticari elektronik ileti ise, telefon, çağrı merkezleri faks, otomatik arama makineleri, akıllı ses kaydedici sistemler, elektronik posta, kısa mesaj hizmeti gibi vasıtalar kullanılarak elektronik ortamda gerçekleştirilen ve ticari amaçlarla gönderilen veri, ses ve görüntü içerikli iletileri olarak tanımlanmıştır.

Ticari iletişime ilişkin esaslar kanunun 5, 6, 7 ve 8. Maddelerinde düzenlenmiştir. Kanunun 5. Maddesinde ticari işletişim ve bu iletişimin adına yapıldığı gerçek ya da tüzel kişinin açıkça belirlenebilir olmasını sağlayan bilgilerin sunulması gerektiği belirtilmiştir. Kanunun bu maddesinden anlaşılacağı üzere kanun koyucu, gerçek ve tüzel kişinin bilgilerinin alıcıya sunulması zorunluluğunu getirerek her hangi bir ihtilafta alıcının muhatabını bilebilmesini amaçlamıştır.

Kanun maddesinin devamında; ticari iletişimde “indirim ve hediye gibi promosyonlar ve bu promosyon amaçlı yarışma ve oyunların bu niteliği açıkça belirlenmeli, bunlara katılımın ve bunlardan faydalanmanın şartlarına kolayca ulaşabilmeli ve bu şartlar açık ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde anlaşılır olmalıdır.” denilmiştir. Kanun maddesinin bu şekilde düzenlenmesinin nedeni alıcının güvenliğinin sağlanması ve yanılmasının önlenmesidir. Kanunun bu maddesi, alıcıyı korumak amaçlı olarak düzenlenmiştir.

Hukukumuzda Ticari İletiler Hangi Yöntemle Gönderilmektedir? Opt-In Ve Opt-Out Yöntemleri Ne Demektir?

Ticari elektronik iletilerin gönderilmesi kapsamında dünyada kabul gören 2 farklı yöntem bulunmaktadır. Bu yöntemler opt-in ve opt-out yöntemleridir.

Opt-In Ve Opt-Out Yöntemleri

Opt-in yönteminde ilk elektronik ileti yollanmadan önce alıcıdan onay alınması gerekmektedir. Bu onay yazılı olarak veya her türlü elektronik iletişim araçlarıyla alınabilir. Kendisiyle iletişime geçilmesi amacıyla alıcının iletişim bilgilerini vermesi hâlinde, temin edilen mal veya hizmetlere ilişkin değişiklik, kullanım ve bakıma yönelik ticari elektronik iletiler için ayrıca onay alınmaz.

Opt-out yönteminde ise ilk ileti gönderilirken alıcıdan onay alınmasına gerek bulunmamakta olup, ilk iletiyi aldıktan sonra alıcının her zaman sistemden çıkma yani elektronik iletiyi reddetme hakkı bulunmaktadır.

Avrupa Birliği direktifine uygun olarak düzenlenen kanun maddesi ile Türk hukuk sisteminde opt-in sistemi kabul edilmiştir. Buna göre Kanunun 6. Maddesinde de belirtildiği üzere “Ticari elektronik iletiler alıcılara ancak önceden onayları alınmak kaydıyla gönderilebilir.”

Esnaf Ve Tacirler Açısından Hangi Yöntem Benimsenmiştir?

Türk hukuk sisteminde opt-in sistemi kabul edilmekle birlikte buna bir istisnanın getirildiği kanundan anlaşılmaktadır. Zira kanunun aynı maddesinin 2. Fıkrasında Esnaf ve tacirlere önceden onay alınmaksızın ticari elektronik iletilerin gönderilebileceği açıkça belirtilmiştir. Bu bağlamda belirtmek gerekir ki elektronik ileti, esnaf ve tacirlere onay alınmaksızın gönderilebilir ve fakat esnaf ve tacirler bu elektronik iletiyi almak istemezlerse sistemden istedikleri zaman çıkabilir yani elektronik ileti almayı reddedebilirler.

Ticari Elektronik İletinin İçeriği Nasıl Olmalıdır?

Kanunun 7. Maddesine göre ticari elektronik iletinin içeriği, alıcıdan alınan onaya uygun olmalıdır. Kanunun bu hükmüne aykırı olarak alıcıya alınan onay içeriğinin dışında bir ileti gönderilmesi halinde kanunun 12. Maddesi uyarınca 1000 Türk Lirasından 5000 Türk Lirasına kadar idari para cezası verilmesi söz konusu olacaktır.

Yine kanunun 7. Maddesine göre, iletide hizmet sağlayıcının tanınmasını sağlayan bilgiler ile haberleşmenin türüne bağlı olarak telefon numarası, faks numarası, kısa mesaj numarası ve elektronik posta adresi gibi erişilebilir durumlardaki iletişim bilgileri yer alır. İleti de haberleşmenin türüne bağlı olarak iletinin konusu, amacı ve başkası adına yapılması halinde kimin adına yapıldığına ilişkin bilgilere de yer verilir.

Ticari Elektronik İletinin Reddi

Alıcılar diledikleri zaman hiçbir gerekçe belirtmeksizin ticari elektronik iletiler almayı reddedebilirler. Hizmet sağlayıcı alıcılar tarafından kendilerine gönderilen red bildirmelerini elektronik iletişim araçları ile kolay ve ücretsiz olarak iletilmesini sağlamakla ve gönderdiği iletide buna ilişkin gerekli bilgileri sunmakla yükümlüdür.

Alıcının red talebinin ulaşmasını müteakip hizmet sağlayıcı, 3 iş günü içinde alıcıya elektronik ileti göndermeyi durdurmak zorundadır. Aksi takdirde kanunun 12. Maddesine göre bu kanun hükmüne aykırı hareket eden hizmet sağlayıcılara ve aracı hizmet sağlayıcılara 2000 Türk lirasından 15 bin Türk lirasına kadar idari para cezası verilecektir.

16.05.2018

Avukat Gönül AKYASAN BİRSEN

YASAL UYARI

Kategoriler
Yazılarımız

Eşin Birlik Görevini Yerine Getirmemesi Nedenine Dayalı Olarak Boşanma

Türk Medeni Kanununun, “Evliliğin Genel Hükümleri-Haklar ve Yükümlülükler” başlıklı 185. Maddesine göre “Eşler, bu birliğin mutluluğunu elbirliğiyle sağlamak ve çocukların bakımına, eğitim ve gözetimine beraberce özen göstermekle yükümlüdürler. Eşler birlikte yaşamak, birbirine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar.” Söz konusu madde hükmü evlilik birliğinin devamı açısından vazgeçilmez, birincil öneme sahip bir hükümdür. Nitekim mutluluğun sağlanması için tarafların üzerlerine düşeni yapmaması halinde bir evliliğin devam edebilmesi mümkün değildir.

Yine Türk Medeni Kanununun, “Konutun seçimi, Birliğin Yönetimi Ve Giderlere Katılma” başlıklı 186. Maddesine göre ise “Eşler birliğin giderlerine güçleri oranında emek ve malvarlıkları ile katılırlar.” Kanunda düzenlenen bu madde ile taraflar arasında eşitlik gözetilmiş ve her iki tarafa da evlilik birliğinin devamı için sorumluluklar/görevler yüklenmiştir.  Eşlerin birlik görevine aykırı hareket etmeleri, evlilik birliğinin sarsılması sebebiyle boşanma davasında (TMK m. 166 f.1) boşanma konusu davranışlardan sayılmaktadır.  Aynı şekilde eşlerin birlik görevine aykırı hareketleri, güçleri oranında emek ve malvarlıkları ile birliğin giderlerine katılmamaları “ekonomik şiddet” olarak adlandırılmaktadır.

Evlilik birliği “eşitliğe”, “ortak görevlere” ve “karşılıklı saygıya” dayalı bir hukuksal-ekonomik bir birlikteliktir. Birliğin devamı için eşlerin ortak hareket etmeleri ve birliği beraberce yönetmeleri gerekmektedir. Kanun maddesinin açık hükmünden de anlaşılacağı üzere evlilik birliğinin yönetimi eşler için hem bir hakkı, hem de yükümlülüğü ifade etmektedir.

Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 17.02.2005 tarihli, 114-2307 sayılı kararında “…Yapılan soruşturma, toplanan delillerle davalının birlik görevlerini yerine getirmediği anlaşılmaktadır. Bu halde taraflar arasında ortak hayatı temelinden sarsacak derecede ve birliğin devamına imkan vermeyecek nitelikte bir geçimsizlik mevcut ve sabittir. Olayların akışı karşısında davacı dava açmakta haklıdır. Bu şartlar altında eşleri birlikte yaşamaya zorlamanın artık kanunen mümkün görülmemesine göre boşanmaya (TMK md. 166/1) karar verilecek yerde, yetersiz gerekçe ile reddi doğru bulunmamıştır.” şeklinde karar vermiştir.

Yargıtay kararlarından da anlaşılacağı üzere evlilik birliği, sadece tek tarafın menfaati veya sorumluluğu üzerine kurulamayacağı gibi, evlilik birliğinde taraflar, birliğin devamını sağlamak için birbirlerine yardımcı olmak zorundadırlar.

Yine Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2013/18887 Esas, 2014/2033 Karar sayılı ve 06.02.2014 tarihli kararı ile “Mahkemece taraflar eşit kusurlu kabul edilerek boşanma kararı verilmiş ise de toplanan delillerden davalı-davacı kocanın eşine şiddet uyguladığı, davacı-davalı kadının ise eşine şiddet uyguladığı, ailesinin evliliğe müdahale etmesine sessiz kaldığı, birlik görevlerini yerine getirmediği, eşinden ekonomik gücünün üstünde taleplerde bulunduğu, eşinin ablasını tehdit edip vurmaya teşebbüs ettiği anlaşılmıştır. Gerçekleşen bu duruma göre, evlilik birliğinin temelden sarsılmasına neden olan olaylarda, davacı-davalı kadının daha fazla kusurlu olduğunun kabulü gerekir. Hal böyle iken tarafların eşit kusurlu kabul edilmesi ve bu hatalı kusur tespitine bağlı olarak davalı-davacı kocanın maddi ve manevi tazminat taleplerinin reddedilmesi ve davacı- davalı kadın lehine yoksulluk nafakasına hükmedilmesi doğru olmayıp bozmayı gerektirmiştir.” şeklinde karar vermiştir.  Bu karar Hukuk Genel Kuruluna direnme yolu ile gitmiş, YHGK, Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin kararı doğrultusunda karar vermiştir.

Öğreti ve Yargıtay kararları doğrultusunda belirtmek gerekir ki Türk Medeni Kanununun evlilik birliğinin devamı için her iki tarafa yüklediği sorumlulukların yerine getirilmemesi, eşlerin birlik görevine aykırı hareket etmeleri evlilik birliğinin sarsılması sebebiyle boşanma davalarında boşanma konusu davranışlardan sayılmaktadır.

26.08.2018

Avukat Gönül AKYASAN BİRSEN

YASAL UYARI

Kategoriler
Yazılarımız

Ev Hizmetlerinde Çalışanların Sigortalılığı

6552 sayılı kanunun 55. maddesi ile 5510 sayılı Kanuna “Ev hizmetlerinde çalışanların sigortalılığını” düzenleyen Ek madde 9 eklenmiştir. Bu kanun maddesinin 2014 yılında yasaya eklenmesi ile uygulamadaki deyimi ile “gündelikçilerin” sosyal güvenlik hakları yasal zemine kavuşmuştur. Zira 2014 yılındaki bu düzenlemeden önce ev hizmetlerinde çalışanların yaptığı çalışma zorunlu sigorta kapsamında değildi ve bu nedenle bu kişiler çalışmalarına rağmen sosyal güvenceden, sigorta yardımlarından ve emeklilik haklarından yararlanamıyorlardı. Bu durum uygulamada pek çok mağduriyete neden oluyordu. Her ne kadar Yargıtay ev hizmetleri olarak yapılan çalışmalara ilişkin açılan davalarda, belirli kriterlerin olması halinde (örneğin haftanın yarısından fazlasının belirli bir işe tahsis edilmesi halinde) bazen zorunlu sigortalılığı kabul etmiş ise de bu kararlar problemlerin çözümü için yeterli değildi. Zira çeşitli nedenlerle davasını Yargıtay’a gönderemeyenler hak kaybına uğrayabiliyordu.

5510 sayılı kanuna eklenen Ek madde 9 ile uygulamadaki problemler çözülmüş ve ev hizmetlerinde çalışanların sosyal güvenlik hakları yasal dayanak bulmuştur. Ev hizmetlerinde çalışanların sigortalılığının düzenlendiği bu maddede kanun koyucu tarafından sigortalı sayılmak için ayda “on günden az” ya da “10 günden fazla” çalışan kriterleri getirilmiş ve bir ayrıma gidilmiştir.

Yine kanuna ilişkin uygulama esaslarının belirtildiği “Ev hizmetlerinde 5510 sayılı kanunun Ek 9. Maddesi kapsamında sigortalı çalıştırılması halinde tebliğde” ayda 10 günden az süreyle sigortalı çalıştıran kişi “çalıştıran”, ayda 10 gün veya daha fazla süreyle sigortalı çalıştıran kişi “işveren” olarak adlandırılmıştır.

Yapılan ayrıma ve kanun maddesine göre belirtmek gerekir ki;

EV HİZMETLERİNDE AYDA 10 GÜNDEN AZ ÇALIŞAN KİŞİLER;
Ev hizmetlerinde ayda 10 günden az çalışan kişiler sadece iş kazası ve meslek hastalığı sigortası kapsamında sigortalı sayılacaklardır. Bunun dışında bu kişiler hakkında hastalık, analık sigortaları ve uzun vadeli sigorta kolları uygulanmayacaktır.

10 günden az süreyle çalışma olması halinde çalıştıranlar, sigortalı çalıştıkları her gün için esas günlük kazanç alt sınırının %2’si oranında iş kazası ve meslek hastalığı primi öderler.

Bu çalışmalarda kural sadece iş kazası ve meslek hastalığı priminin çalıştıranca ödenmesi olmakla birlikte, isteğe bağlı olarak, ev hizmetlerinde on günden az çalışanlar hakkında uzun vadeli sigorta kolları ve genel sağlık sigortası uygulanması da mümkündür. Yalnız bu halde %32,5 oranındaki uzun vadeli sigorta kolları ve genel sağlık sigortası primini kendileri (Ev hizmetlerinde ayda 10 günden az çalışanlar) isteğe bağlı olarak ödemek zorundadırlar.

EV HİZMETLERİNDE AYDA 10 GÜN VEYA DAHA FAZLA SÜREYLE SİGORTALI ÇALIŞAN KİŞİLER;
Ev hizmetlerinde ayda 10 gün veya daha fazla süreyle sigortalı çalışanlar hakkında uzun ve kısa vadeli sigorta kolları ve genel sağlık sigortası ve işsizlik sigortası hükümleri uygulanır.
Bu kapsamda belirtmek gerekir ki ayda 10 gün daha fazla süre ile sigortalılığı olanların toplam %34,5 oranındaki primleri gerçek kişi işverenler tarafından ödenir. Bu primin %20’si uzun vadeli sigorta kolları, %12,5’i genel sağlık sigortası, %2’si iş kazası ve meslek hastalıkları primidir. Ayrıca işverenler sigortalı ve işveren hissesi ile birlikte %3 oranında işsizlik primi de öderler.

Av. Gönül AKYASAN BİRSEN
20.12.2018

YASAL UYARI

Kategoriler
Yazılarımız

İş Kazası Ve İş Kazasının Unsurları

Sanayi devrimi sonrası özellikle 20. yüzyılda ulaşılan teknolojik imkânların çalışma hayatı üzerinde yarattığı olumlu etkilerin yanında, olumsuz etkileri de olmuştur. Sanayileşme süreci ile birlikte çalışanların iş ortamında karşılaştıkları riskler artmıştır. Karmaşık üretim süreçleri ve yeni teknolojiler ile birlikte işçiler, iş hayatında makinelerle çalışmaya başlamış ve iş kazaları insana bağlı nedenlerden kaynaklanmanın yanında fizik ve mekanik çevre koşullarına bağlı nedenlerle de artmaya başlamıştır. İş hayatına dahil olan makineler ve mekanik aletler işin daha hızlı yapılmasını sağlasa da bunlara eşlik eden işçiler bu hıza, karmaşaya uyum sağlayamayabilmekte ve/veya iş güvenliği önlemlerinin yeterli olmadığı durumlarda, dış etkenlerden de kaynaklanan nedenlerle, bazen de işçinin kendi kusurundan kaynaklanan nedenlerle iş kazaları meydana gelebilmektedir.

İş kazası nedenleri olarak; teknolojinin geriliği, güvenlik önlemlerinin yetersizliği, mevzuatın çalışanların tamamını kapsamaması, kayıt dışı istihdamın yüksekliği, çalışanların eğitim düzeyinin yetersizliği ile iş kazası ve meslek hastalıkları ile ilgili sosyal güvenlik sisteminin yetersizliği gösterilmektedir. Bunlara ek olarak belirtmek gerekir ki iş sağlığı ve güvenliği alanında yetişmiş uzman personelin azlığı, mevzuatın iş sağlığı ve güvenliği açısından küçük işletmeleri dışsallaştırması, küçük ve orta ölçekli işletmelerin iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin kural ve zorunluluklara riayet etmemeleri, iş müfettişi ve denetimlerin yetersizliği gibi nedenler iş kazalarının artmasının diğer nedenleridir.

İş kazası kavramının ulusal mevzuat içerisindeki durumuna bakıldığında 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nda iş kazasının tanımının yapıldığı görülmektedir. 6331 sayılı Kanununa göre iş kazası “işyerinde veya işin yürütümü nedeniyle meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen engelli hale getiren olay” olarak tanımlanmaktadır. 5510 sayılı Kanun bakımından ise iş kazası; “Sigortalının işyerinde bulunduğu sırada, b) İşveren tarafından yürütülmekte olan iş nedeniyle veya görevi nedeniyle, sigortalı kendi adına ve hesabına bağımsız çalışıyorsa yürütmekte olduğu iş veya çalışma konusu nedeniyle işyeri dışında, İşveren tarafından yürütülmekte olan iş nedeniyle sigortalı kendi adına ve hesabına bağımsız çalışıyorsa yürütmekte olduğu iş nedeniyle, bir işverene bağlı olarak çalışan sigortalının, görevli olarak işyeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini yapmaksızın geçen zamanlarda, ed) Emziren kadın sigortalının, çocuğuna süt vermek için ayrılan zamanlarda, mziren kadın sigortalının, iş mevzuatı gereğince çocuğuna süt vermek için ayrılan zamanlarda, sigortalıların, işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş gelişi sırasında meydana gelen ve sigortalıyı hemen veya sonradan bedenen ya da ruhen engelli hâle getiren olay” olarak ifade edilmektedir. 5510 sayılı kanundaki tanım ile 6331 sayılı kanundaki tanım karşılaştırıldığında 6331 sayılı kanundaki tanımın daha dar kapsamlı olduğu görülmektedir.

Yukarıda sunulan tanımlardan da anlaşılacağı üzere her kazanın iş kazası olarak kabul edilmesi mümkün değildir. İş kazasını herhangi bir kaza olayından ayırt eden unsurlar; kazaya uğrayanın sigortalı olması, sigortalının kaza sonucu bedenen ve ruhen engelli hale gelmesi ve uygun illiyet bağının bulunmasıdır.

              A- KAZAYA UĞRAYANIN 5510 SAYILI KANUN ANLAMINDA SİGORTALI OLMASI

5510 sayılı kanuna göre kaza sonucu bedence ve ruhça özre uğrayanın, sigortalı bir kimse olması zorunludur. Kanunun 3. maddesinde sigortalı; kısa ve/veya uzun vadeli sigorta kolları bakımından adına prim ödenmesi gereken veya kendi adına prim ödemesi gereken kişi olarak tanımlanmıştır.

               B- SİGORTALININ KAZAYA UĞRAMASI

Genel anlamda kaza; istem dışı veya umulmayan bir olay dolayısıyla bir kimsenin, bir nesnenin veya bir aracın zarara uğraması olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım geniş anlamda bir tanım olmakla birlikte 5510 sayılı kanunda bu kapsam daraltılmış ve yukarıda da izah ettiğimiz üzere belirli şartlar dahilinde gerçekleşen kaza, iş kazası olarak kabul edilmiştir.

Bu bağlamda belirtmek gerekir ki 5510 sayılı kanunun 5754 sayılı kanun ile değişik 13. maddesine göre bir kazanın iş kazası olarak kabul edilebilmesi için sigortalının sadece kazaya uğraması yeterli olmamakta, bu kazanın ayrıca aşağıda açıklanan şekilde/yerde/zamanda gerçekleşmesi gerekmektedir.

             a- Sigortalının İşyerinde Bulunduğu Sırada Kazaya Uğraması

5510 sayılı yasa sigortalının işyerinde bulunduğu sırada uğranılan kazayı başka bir şartın gerçekleşip gerçekleşmediğine bakılmaksızın iş kazası olarak kabul etmiştir. Bu bağlamda gerçekleşen kazanın iş kazası olup olmadığının tespiti için kazanın işyerinde gerçekleşip, gerçekleşmediğine bakılacaktır.

6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununda işyeri; “Mal veya hizmet üretmek amacıyla maddi olan ve olmayan unsurlar ile çalışanın birlikte örgütlendiği, işverenin işyerinde ürettiği mal veya hizmet ile nitelik yönünden bağlılığı bulunan ve aynı yönetim altında örgütlenen işyerine bağlı yerler ile dinlenme, çocuk emzirme, yemek, uyku, yıkanma, muayene ve bakım, beden ve mesleki eğitim yerleri ve avlu gibi diğer eklentiler ve araçları da içeren organizasyonu” olarak tanımlanmıştır.

5510 sayılı kanunun işyeri, işyerinin bildirilmesi, devri, intikali ve nakli başlıklı 11. maddesinde ise işyeri; “sigortalı sayılanların maddî olan ve olmayan unsurlar ile birlikte işlerini yaptıkları yerlerdir. İşyerinde üretilen mal veya verilen hizmet ile nitelik yönünden bağlılığı bulunan ve aynı yönetim altında örgütlenen işyerine bağlı yerler, dinlenme, çocuk emzirme, yemek, uyku, yıkanma, muayene ve bakım, beden veya meslek eğitimi yerleri, avlu ve büro gibi diğer eklentiler ile araçlar da işyerinden sayılır.” şeklinde tanımlanmıştır. 

Hem 6331 sayılı kanunda hem de 5510 sayılı kanunda çok geniş kapsamda bir işyeri tanımı yapıldığı görülmektedir. Kanunlarda bu derece geniş anlamda işyeri tanımı yapılmasındaki amaç; kapsamı genişletmek suretiyle sigortalının korunmasını sağlamaktır.

Yargıtay kararlarına bakıldığında Yargıtay’ın, kanunlarda yapılan geniş işyeri tanımına ve amaca uygun kararlar verdiği görülmektedir. Örneğin Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 14.9.1994, 11128/16216 kararında işverence temin edilen otelde meydana gelen kazanın illiyet bağı aranmaksızın iş kazası olduğunu kabul etmiştir. Belirtilen kararda Yargıtay, otelin işverence temin edilmesini; gerçekleşen kazayı, iş kazası olarak kabul etmek için yeterli saymış ve işyeri kapsamını geniş tuttuğunu bu kararı ile de göstermiştir.

             b- Sigortalının İşveren Tarafından Yürütülmekte Olan İş Nedeniyle, Sigortalı Kendi Adına Ve Hesabına Çalışıyorsa Yürütmekte Olduğu İş Nedeniyle Kazaya Uğraması

5510 sayılı kanuna göre bir kazanın iş kazası olarak nitelendirilebilmesi için sigortalının, işveren tarafından yürütülmekte olan iş nedeniyle, sigortalı kendi adına ve hesabına çalışıyorsa yürütmekte olduğu iş nedeniyle kazaya uğraması gerekmektedir. Kanun maddesinde iş kazasının işveren tarafından yürütülmekte olan bir iş nedeniyle gerçekleşmiş olarak tanımlanmasından kazanın iş yeri dışında cereyan etse dahi örneğin işverenin sigortalıyı işyeri dışında bir görev için başka yere göndermesi halinde gerçekleşen kazaları da kapsadığı anlaşılmaktadır.

Bu kanun hükmü uygulanırken sigortalının işverenin talimatıyla ve işveren tarafından yürütülmekte olan iş nedeniyle iş kazasına uğrayıp uğramadığının değerlendirilmesi gerekmektedir. Örneğin Yargıtay Hukuk Genel Kurulu bir kararında sigortalının işyerine ait lokalde elektrik arızasını gidermek için görevli olarak bulunduğu sırada kalp krizi neticesi ölmesini iş kazası olarak kabul etmiştir.

Yargıtay 21. Hukuk Dairesi 12.7.2011, E.2010/14098, K.2011/6281 sayılı kararında trafik kazasının, işverence yürütülmekte olan iş nedeniyle gerçekleştiği ispat edilemediğinden, kazayı iş kazası olarak nitelendirmemiştir. Bu örnek kararlardan da anlaşılacağı üzere bir kazanın iş kazası sayılabilmesi için sigortalının, işveren tarafından yürütülmekte olan iş nedeniyle, sigortalı kendi adına ve hesabına çalışıyorsa yürütmekte olduğu iş nedeniyle kazaya uğraması gerekmektedir.

             c- Bir İşverene Bağlı Olarak Çalışan Sigortalının, İşveren Tarafından Görev İle Başka Bir Yere Gönderilmesi Yüzünden Asıl İşini Yapmaksızın Geçen Zamanlarda Kazaya Uğraması

5510 sayılı kanunda sigortalının işini yaptığı zamanlarda uğradığı kazaların iş kazası sayılması yanında sigortalının, işveren tarafından görev ile başka bir yere gönderilmesi yüzünden asıl işini yapmaksızın geçen zamanlarda kazaya uğraması hali de iş kazası olarak kabul edilmiştir.

             d- Emziren Kadın Sigortalının Çocuğuna Süt Vermek İçin Ayrılan Zamanlarda Kazaya Uğraması

Bilindiği üzere 4857 sayılı İş Kanununun 74. Maddesinde kadın işçilere bir yaşından küçük çocuklarını emzirmeleri için günde toplam 1,5 saat süt izni verileceği hükme bağlanmıştır. Ayrıca kanun maddesine göre bu sürenin kaça bölünerek kullanılacağını ve hangi saatler arasında kullanılacağını da kadın işçi belirleyecektir. İşçinin kullanacağı bu 1,5 saatlik süre çalışma süresinden sayılır.

              e- Sigortalının, İşverence Sağlanan Bir Taşıtla İşin Yapıldığı Bir Yere Gidiş Gelişi Sırasında Kazaya Uğraması

Bu maddeden anlaşıldığı üzere işveren tarafından sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere götürülüp getirilmeleri esnasında meydana gelen kazalar iş kazası olarak kabul edilmektedir. Söz konusu hükmün uygulanabilmesi için öncelikle taşıtın işveren tarafından sağlanması, ayrıca da sigortalının işin yapıldığı yere gidiş gelişi sırasında kazaya uğraması gerekmekte olup, taşınma aracının işverene ait olması zorunluluğu bulunmamaktadır. Başka bir kişiye ait araçla da taşıma yapılmış olabilir. Burada önemli olan, aracın işveren tarafından sigortalıların işyerine geliş gidişleri için tahsisi edilmiş olmasıdır.

              C- SİGORTALININ UĞRADIĞI KAZA SONUCU BEDENSEL VEYA RUHSAL BİR KAZAYA UĞRAMASI

5510 sayılı kanuna göre bir kazanın iş kazası olarak nitelendirilebilmesi için sigortalının uğradığı kaza sonucunda hemen ya da sonradan bedensel veya ruhsal olarak engelli hâle gelmiş olması gerekmektedir. Kanunda belirtilen bedensel özürden/engelden vücudun iç veya dış organlarında meydana gelen yaralanmalar (kırık, yanık, körlük, iç kanama, beyin kanaması gibi) ruhsal özürden ise ruhen yaşanan rahatsızlıklar (hafıza kaybı, akıl hastalığı gibi) anlaşılmalıdır. Vücutta meydana gelen önemsiz yaralanmaların (sıyrıklar gibi) iş kazası olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Ölümle sonuçlanan olayların iş kazası sayılacağı ise tabiidir.

              D- KAZA OLAYI İLE SİGORTALININ UĞRADIĞI ZARAR ARASINDA İLLİYET BAĞININ BULUNMASI

5510 sayılı kanuna göre bir kazanın iş kazası olarak nitelendirilebilmesi için kaza olayı ile sigortalının uğradığı zarar arasında uygun illiyet bağının bulunması gerekir. Esasen belirtmek gerekir ki kaza ile sigortalının uğramış olduğu bedensel veya ruhsal zarar arasında neden-sonuç ilişkisinin bulunması gerekmektedir. Zira ortaya çıkan sonucun kazaya bağlanamadığı durumlarda, gerçekleşmiş olan kazayı 5510 sayılı kanun kapsamında iş kazası olarak kabul etmek mümkün olmayacaktır.

11.01.2019

Av. Gönül AKYASAN BİRSEN

Yasal Uyarı

Kategoriler
Yazılarımız

İş Kazası Nedeniyle Manevi Tazminat İsteyebilecek Kişiler

İş kazası sonucu bedensel ve ruhsal bütünlüğün ihlali halinde tazminat isteyebilecekler; bedensel ve ruhsal bütünlüğü zarar gören işçi ve ağır bedensel zarar gören işçinin yakınlarıdır. İşçinin ölümü nedeniyle manevi tazminat isteyebilecekler ise anne, baba, eş, çocuklar, kardeşler, nişanlı, evlatlık ve diğer yakınlar olarak sıralanabilir.

1) ANNE VE BABA

Manevi tazminat isteyeceklerin en başında anne ve baba gelmektedir. Ölen çocuğun kız veya erkek olması, yaşının küçüklüğü manevi tazminatın miktarının tayininde etkili değildir. Anne ve babanın derin elem ve ızdırap çektikleri yasal bir karinedir. Yani bu durumu ispat etmeleri gerekmez.

Yargıtay’ın da ağır bedensel zarara uğrayan veya ölen işçilerin anne ve babası lehine manevi tazminata hükmedilmesi gerektiği yönünde birçok kararı mevcuttur. Yargıtay, anne ve baba tarafından manevi tazminat taleplerinde olayın özelliğine, yaralanmanın niteliğine, meslekte kazanma gücündeki kayıp oranına ve özellikle ağır bedensel zarar oluşması halinde, ruhi ve asabi sağlık bütünlüklerinin ağır bir şekilde ihlal edilip edilmediğine bakılması gerektiği yönünde kriterler belirlemiştir.

Örneğin Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2013/21-2215 K. 2015/1487 T. 5.6.2015 sayılı bir kararında “davalının işyerinde meydana gelen iş kazası nedeniyle ayağından ve belinden sakatlanarak % 38 oranında malul kalan sigortalının anne ve babası, eşi ile çocukları olan davacıların olayın özelliğine, yaralanmanın niteliğine, meslekte kazanma gücündeki kayıp oranına ve özellikle ağır bedensel zarar oluşmaması durumu dikkate alındığında ruhi ve asabi sağlık bütünlüklerinin ağır bir şekilde ihlal edilmediği, bu nedenle davacılar lehine yansıma yolu ile manevi tazminat verilemeyeceği kabul edilmelidir.” şeklinde karar vermiştir.

Yargıtay 21. Hukuk Dairesi ise 25.10. 2005, 7868/10156 sayılı kararında; oğlunun geçirdiği iş kazası sonucu % 11.2 iş göremez duruma gelmesi nedeniyle davacı babanın manevi tazminat talebini “…somut olayda işgöremezlik oranı ve diğer kanıtlara göre davacının oğlu A. Ağır bir cismani zarara uğramamıştır. Davacının ruhsal ve sinirsel sağlık bütünlüğünün ağır bir şekilde bozulduğunu söylemek mümkün değildir.” demek suretiyle reddetmiştir.

Yargıtay 21. Hukuk Dairesi 15.5.2001, 3658/3777 sayılı kararında geçirdiği iş kazası sonucu on gün çalışamayacak bir şekilde yaralanan kişinin anne baba ve kardeşinin manevi tazminat talebini, “…İş göremezlik oranı ve diğer kanıtlara göre B. Ağır bir cismani zarara uğramamıştır. Hal böyle olunca davacıların ruhsal ve sinirsel sağlık bütünlüğünün ağır şekilde bozulduğunu söylemek mümkün değildir.” demek suretiyle reddetmiştir.

Yargıtay’ın bu kararları ile anne ve baba lehine manevi tazminata hükmedilirken yaralanmanın niteliğini, meslekte kazanma gücündeki kayıp oranını ve özellikle ağır bedensel zarar oluşması halinde, ruhi ve asabi sağlık bütünlüğünün ağır bir şekilde ihlal edilip edilmediğini dikkate aldığı açıkça görülmektedir.

2) EŞ

Uğranılan iş kazası sonucu manevi tazminat talep edebilecek bir diğer kişi ise sigortalının eşidir. Zira sigortalının iş kazası sonucu ağır bedensel zarara uğramasından veya ölümünden en çok etkilenecek kişilerden biri de eştir. Evlilik bağı, eşler arasında duygusal bir bağın olduğu yönünde bir karine oluşturduğundan, ölen veya ağır bedensel zarara uğrayan sigortalının eşinin, manevi tazminat talep edebilmesi en doğal hakkı olmalıdır.

Yargıtay 21. Hukuk Dairesi 8.12.1997, 8067/8106 sayılı kararında kocanın geçirdiği iş kazası sonucu %100 iş göremez duruma gelmesi nedeniyle manevi tazminat talep eden eş hakkında “… 25 yaşında ve henüz iki yıllık evli olan davacının kocası İ.’nin geçirdiği iş kazası sonucu felç olarak, ömür boyu başkasının bakımına muhtaç yatalak hale geldiği, iş göremezlik oranının %100 olduğu dosyadaki bilgi ve belgeler ve özellikle fotoğraflardan anlaşılmaktadır. Kocasının bu derecede ağır vücut bütünlüğü ihlali olayının davacı kadının gözleri önünde cereyan etmesi ve ömür boyu devam edecek olması karşısında ruhsal ve sinirsel sağlık bütünlüğünün ağır biçimde ihlal edildiği kabul edilmelidir.”şeklinde karar vererek manevi tazminat talebini kabul etmiştir.

Fakat her durumda eşler arasında duygusal bağ ve yakınlık olduğu ileri sürülemeyeceğinden manevi tazminat talebi bazı durumlarda dayanaksız olabilir. Örneğin iş kazası meydana geldiğinde taraflar arasında derdest bir boşanma veya ayrılık davasının olması gibi bir durumda duygusal yakınlıktan söz edilemeyebilecektir. Yine taraflar uzun zamandır ayrı yaşıyorlarsa bu durumda da duygusal yakınlığın olduğu kabul edilemeyeceğinden eşin manevi tazminat talebi kabul reddedilebilecektir.

3) ÇOCUKLAR

Sigortalının çocukları da uğranılan iş kazası sonucunda sigortalıda ağır bedensel zarar meydana gelmesi veya sigortalının ölmesi durumunda manevi tazminat talep edebilirler. Zira sigortalının iş kazası sonucu ağır bedensel zarara uğramasından veya ölümünden en çok etkilenecek kişilerin başında sigortalının çocukları gelir. Çocuklar ağır bedensel zarara uğrayan/ölen sigortalının en yakınlarıdır. Doğal olarak uğranılan iş kazası sigortalının çocuklarını manevi yönden etkileyecektir. Bu bağlamda çocukların manevi tazminat talep ettiklerinde sigortalının (anne veya babalarının) uğradığı iş kazası nedeniyle üzüldüklerini ispatlamalarına gerek bulunmamaktadır.

Fakat olayın özelliğine göre kazaya uğrayan sigortalı ile çocuklar arasında fiili ve gerçek bir yakınlığın olmaması halinde manevi tazminat talebinin reddedilmesi de mümkün olabilecektir. Örneğin nesebin reddi davası açan bir babanın iş kazasına uğraması durumunda ya da çocuk tarafından babasına karşı işlenen kasten yaralama gibi suçların varlığının iddiası ve ispatı halinde manevi tazminat talebinin reddi söz konusu olabilir. Hakim somut olaya göre iddia ve delilleri değerlendirerek manevi tazminat yönünde olumlu veya olumsuz bir karar vermelidir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2014/21-872 K. 2014/1086 T. 24.12.2014 tarihli kararında iş kazası sonucu yaşamını yitiren sigortalının eş ve iki çocuğunun maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemlerine ilişkin bir davada “hakimin özel halleri göz önünde tutarak manevi zarar adı ile hak sahibine verilmesine karar vereceği bir para tutarı adalete uygun olmalıdır. Hükmedilecek bu para, zarara uğrayanda manevi huzuru doğurmayı gerçekleştirecek tazminata benzer bir fonksiyonu olan özgün bir nitelik taşır. Bir ceza olmadığı gibi, mamelek hukukuna ilişkin zararın karşılanmasını da amaç edinmemiştir. Takdir edilecek miktar, mevcut halde elde edilmek istenilen tatmin duygusunun etkisine ulaşmak için gerekli olan kadar olmalıdır. Davacı çocuklar yararına ayrı ayrı hükmedilen 50.000,00’er TL manevi tazminat ile yine davacı eş yararına 80.000,00-TL manevi tazminata hükmedilmiştir. Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, direnme kararında açıklanan gerektirici nedenlere, olayın meydana geldiği tarihteki paranın alım gücü dikkate alındığında yerel mahkemece davacı eş ve çocuklar yararına hükmedilen manevi tazminat miktarı yerindedir.” şeklinde karar vermiş ve takdir edilecek tazminat miktarının, mevcut halde elde edilmek istenilen tatmin duygusunun etkisine ulaşmak için gerekli olan kadar olması gerektiğini belirtmiştir.

4) KARDEŞLER

Uğranılan iş kazası sonucu manevi tazminat talep edebilecek bir diğer kişi sigortalının kardeşidir. Kardeşlerin manevi tazminat talebine ilişkin davalarda Yargıtay, sigortalı ile kardeşi arasında yakın bir bağın/ilişkinin bulunduğunun kanıtlanmasını aramaktadır. Örneğin iş kazası sonucu ağır bedensel zarara uğrayan ya da ölen sigortalı ile manevi tazminat talep eden kardeşin aynı evde yaşamasını bağın varlığı için yeterli görebilmektedir.

Son dönem uygulamalara baktığımızda kardeşler lehine manevi tazminata hükmetmeye devam edilirken bazı olaylarda kardeşin işçi ile birlikte yaşamasına vurgu yaparak, birlikte oturmayan kardeşlerin manevi tazminat talepleri reddetmektedir.

5) NİŞANLI VE EVLATLIK

Ağır bedensel zarar veya ölüm nedenine dayalı olarak manevi tazminat talep edebilmek için sigortalı ile kan ve sıhri hısımlığın bulunma zorunluluğu yoktur. Kan ve sıhri hısımlık bulunmasa bile yakınlık bağını ve ilişkisini ispat edenler lehine manevi tazminata hükmedilebilir.

Manevi tazminat talebi evlatlık açından değerlendirildiğinde, sigortalının evlat edindiği kişi (evlatlığı) hukuken öz çocuğu ile aynı hukuki haklara sahip olduğundan manevi tazminat talep edebilmesi ve yakınlıkları açısından bağın varlığının karine olarak kabul edilmesi doğaldır. Zira evlat edinme ilişkisi, evlat edinen ile evlatlık arasında soybağının kurulmasını sağlar. Evlat edinme ilişkisinin kurulması ile evlatlık ile evlat edinen arasında hısımlık ilişkisi meydana gelmiş olur. Böylece, kural olarak soybağının kurulmasına bağlı sonuçlar ortaya çıkar.

Nişanlı açısından değerlendirme yapıldığında ise bazı ek kriterlerin Yargıtay tarafından arandığını görmekteyiz. Örneğin Yargıtay çok yeni bir kararında nişanlanmanın hukuken geçerli olabilmesi için, belli bir ritüel içinde yapılmış olmasını, nişanın duyurulmasını ve aile bireylerinin şahitliği çerçevesinde yapılması gerektiğini kararında belirtmiştir. Bu bağlamda kişinin nişanlı olduğunu belirterek sigortalının iş kazası sonucu ağır bedensel zarara uğraması veya ölmesi nedeniyle manevi tazminat talep edebilmesi için nişanlılık tek başına yeterli olmayacak, içsel ve gerçek duygu bağı ile birlikte sigortalının ağır bedensel zarara uğraması veya ölmesi nedeniyle manevi tazminat talep eden nişanlının beden ve ruh sağlığının derinden sarsılmış olması aranacaktır.

6) DİĞER YAKINLAR

İş kazası sonucu sigortalının ağır bedensel zarara uğraması veya ölmesi nedeniyle sadece anne-baba, eş, çocuk, kardeşler, evlatlık, nişanlı gibi yakınları değil içsel ve gerçek duygu bağını ispat etmesi koşuluyla diğer yakınları da manevi tazminat talep edebilecektir. Örneğin hala, teyze, amca, dayı, kayınvalide, kayınpeder bu yakınlar arasında kabul edilmektedir. Fakat tek başına yakınlık manevi tazminat talebi için yeterli olmayacak, aynı zamanda sigortalının ağır bedensel zarara uğraması veya ölmesi nedeniyle bu yakın kişinin beden ve ruh sağlığının derinden sarsılmış olması aranacaktır.

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi bir kararında “Duygusal kişilik değerleri, kişinin toplum içindeki yeri, birlikte yaşadığı ailesi ve yakınlarının değer alanı içine giren haklardır. Bu bağlamda BK.nun 49. maddesindeki düzenleme itibariyle, kişinin bizzat değil, yakınlarının yaralanması nedeniyle de olayın özelliğine göre duygusal değerlerinin ihlal edilip bozulduğu ve aile birliği içinde korunması gereken gönül bağlılığının zarar gördüğünün kabulü ve davacı yararına da uygun bir miktar manevi tazminata hükmolunmak gerekirken, yanlış değerlendirme ile davacıların manevi tazminat istemlerinin tümden reddi bozmayı gerektirmiştir.” şeklinde karar vererek yakınlar lehine de manevi tazminata hükmedilebileceğini bu kararı ile göstermiştir.

01.02.2019

Av. Gönül AKYASAN BİRSEN

Yasal Uyarı